Makale özeti ve diğer detaylar.
Türkler millet olarak pek az toplumun sahip olabileceği köklü bir tarih ve kültürel mirasın varisleridir. Üç kıta üzerinde hakimiyet kurmus olan bu millet, egemen olduğu topraklarda silinmesi mümkün olmayan çok derin izler bırakmıstır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, ondan ayrılan ülkelerde söz konusu hakimiyetin sona ermesiyle, onların bıraktığı izleri tümüyle yok etmeye çalısanlar olmus, ancak böyle girisimler de o izleri tümüyle silememistir. Balkanlar bunun belki en güzel örneklerinden birini sergilemekte, Osmanlı Devleti’nin o topraklardaki kültür mirası, her seye rağmen varlığını korumaktadır. Ancak, çok genis bir coğrafya üzerinde yer alan Türk mimarlık anıtları, simdiye kadar çesitli sebeplerle sürekli yıkılma ve yok olmaya maruz kalmıstır. Tasınmaz kültür varlığı (buna somut olmayan kültür varlıklarını da dahil edebiliriz) kavramının bütün toplumlarda benimsendiği ve korumacılığın artık tartısma konusu olmaktan çıktığı1 günümüzde de, Türk sanat ve mimari eserlerinin tahribatı bütün acımasızlığıyla sürmektedir. Bunun da en dramatik örneklerine, son yıllarda Balkanlar’da, Afganistan’da ve Irak’taki savaslarda tanık olduk. Günümüzde tarihi kentlerimizin hızla yok edilerek çehre değistirmesi, bu kentlerde modernlesme olarak algılanmaktadır. Geleneksel dokunun dar sokaklarını genis cadde ve sokaklar haline getirmek, eski yapıların yerine büyük, rantı yüksek, modern is hanları insa etmek; bütün bunları yaparken de eskiyi ortadan kaldırmak adeta vazgeçilmez gibi görülmektedir. Böylece kültür kimliğimizin önemli unsurları olan tarihi kentlerimizin eski geleneksel dokusu bozulmakta, anıt yapılarımız ya tümüyle yıkılarak yok edilmekte, ya da fiziki çevrelerinden soyutlanarak yeni yapılarla kusatılmaktadır. Ne var ki, aslında yok ettiğimiz ve yıktığımız sey yalnızca eski binalarımız, tarihi çevrelerimiz değil kültür kimliğimizdir. Son elli yıl içinde Anadolu’da ve dünyanın baska yerlerinde birçok kentimizin çehresi bilinçsizce değistirilmis ve bu kentler tarihi kimliğini önemli ölçüde yitirmistir. Ne yazıktır ki, telafisi mümkün olmayan bu uygulamalara halen son verilebilmis de değildir. Buna karsılık çağdaslasma ve modernlesmede örnek aldığımız Batı, kendi kültürünü koruma konusunda son derece titiz davranmakta ve tarihi çevrelere sahip kentlerini çok büyük özenle korunmaktadır. Bugün Roma, Paris, Stokholm, Amsterdam gibi tarihi kentlerde korumacılığın güzel örnekleri görülmektedir. Bu da göstermektedir ki, eskiyi yok etmek modernlesmenin gereği olamaz. Aksine sağlıklı ilerleme ve çağdaslasma, geçmisi ortadan kaldırmakla değil, geleceği onun sağlam temelleri üzerine kurmakla mümkündür. O halde tarihi çevreleri yok etmek, modernlesmenin ölçüsü değil; tarihi çevre bilinicinin o toplumda henüz yerlesmediğinin isaretçisidir.