Makale özeti ve diğer detaylar.
Son yıllara kadar gelişmekte olan ülkeler, kalkınmış olmanın gereğini hızlı ve istikrarlı büyüme hedefini gerçekleştirerek yerine getirebileceklerini inanmaktaydı. Ayrıca iktisat literatüründeki teorilerde işsizlik, gelir dağılımında eşitsizlik, yoksulluk, çevre tahribatı gibi sorunların iktisadi büyüme hedefini gerçekleştirdikçe çözüleceğine yönelik eğimler sunmaktaydı. Ancak iktisadi büyümenin, beklenenin aksine, gelir dağılımında artan eşitsizlik, geniş kitlelerin yoksullaşması, doğal çevrenin ve doğal kaynakların uzun dönemli büyümeyi gerçekleştirme olanağını ortadan kaldıracak derecede tahribi ve toplumsal barışın bozulması gibi alternatif maliyetleri ortaya çıkarması, yeni bir büyüme ve kalkınma anlayışının doğmasına neden olmuştur. Bu anlayış, özünde insana önem veren, mevcut nüfusun ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli çaba sırasında gelecek kuşakların da ihtiyaçlarını gözeterek doğal ve kültürel kaynakların özenli bir biçimde tüketilmesini öngören sürdürülebilir kalkınma kavramını ortaya çıkarmıştır.
Until the recent years, the developing countries have believed that the development requires fast and stable growth. Besides, there were tendencies towards beliefs that problems such as unemployment, income inequalities, poverty, pollution could be solved by economic growth. But the fact that economic growth would cause alternative costs such as increasing inequalities in the distribution of income, poverty of masses, destruction of nature and natural sources which will disable growth in the long run and the damage of societal peace bring about a new growth and development view. This understanding introduced the sustainable development concept which pays attention to people in essence and takes care of future generations as well as current economic and societal needs of people envisages consumption of natural and cultural resources.